28 Aralık 2008

Kitap - Shepherd of the Hills


Yazasım geldi durduk yere. Hava inanılmaz soğuk. Ve tahmin edin ne oldu? Evet, ben yine hastalandım. Hassas bi yapım var maalesef, akşam görünürde hiçbir şeyim yokken, sabah kalktığımda deli gibi hapşuruyo ve iki hafta boyunca gribin alasını geçiriyo olabiliyorum.
İki günümü ders çalışarak geçirmeyi planlamışken, yine dürttü beni kahrolası bir melek.
Bütün gün, tembelliğin alasını yaptım. Ama mutluyum. Evet.
Odam karmakarışık. Elimi nereye atsam bi kitap çıkıyor. Fışkırıyo sanki. Arada onları gözden geçiriyorum. Küçükken çılgınlar gibi kitap okurdum. Artık eski heyecanım da kalmadı bu aralar. Dergi karıştırmak, eski yazıları okumakla yetiniyorum sadece. Ya da alıyorum elime öyle rastgele bi kitap, şuursuzca okuyorum, saatler geçiyor gidiyor. Sonra atıyorum bi yere.
Kitaplara not almak çok güzel bir şey. Düzen delisi insanlar vardır ya, kitapları okurken bile düzgün açarlar, sayfaları buruşturmazlar falan. Kısmen ben de öyleyim ama, kitabın boş kalan kısımlarına, bir şeyler yazmak sapıkça hoşuma gidiyor.
Atatürk de öyle yaparmış. Zaten benim çıkış noktam da o. Adam kısacık ömrüne binlerce kitap okumuş, hepsi de gayet ağır kitaplar. İçlerine baktığınızda onu notlarını da görüyormuşsunuz. Kitabın analizini daha onu okurken yaparmış. Keşke onlardan biri elime geçse!
Bu dönem başından beri babamı bi kitap merakı saldı. Eskiden televizyondaki belgeselleri deli gibi izlerdi sabahtan akşama kadar. Ondan bıktı, apartman yöneticiliğine sardı. Büyük şehirlerde bir insanın iyi niyetinin nasıl suistimal edildiğini gördükten sonra o işi de bıraktı. Şimdi de, ne zaman okuldan eve gelsem, salonda açmış bir kitap, oturmuş balkonun kenarındaki iki kişilik rahat kanepemize, açmış okuma lambasını, kendini vermiş okumaya. Nasıl imrenerek bakıyorum bilemez. "Hayalimdeki emeklilik işte böyle bir şey olsa gerek" diye iç geçirip odama gidiyorum.
İleri Analiz'den sınavım var bu hafta. Ama kitap okuyasım geldi =)
İki sene önce Amerika'dayken, ev arkadaşım her pazar kiliseye giderdi. İki-üç defa sırf merakımdan ben de eşlik ettim ona. Protestan kilisesinin diğerlerinden farklı olduğunu biliyordum aslında. ama içeri girdiğimde kilisede beni kocaman İsa heykelleri, mumlar, tahta kanepeler, büyük antika resimler yerine sadece bir konser salonunun beklediğini görünce şoke olmuştum. Yaklaşık bir saat boyunca o bölgenin rahibi (Westside LA) yöre halkına tam anlamıyla bir gösteri sunmuştu sahnede. Aile ve dostluk hakkında vaaz vermişti ama ben inanılmaz keyif almıştım. Kilisedeki gönüllülerle tanışmıştım çıkışta, benim Türk olduğumu öğrenince de baya bi ilgilenmişlerdi. Arada hala mail gelir onlardan, iki haftada bir aktivite düzenliyolar - beni de burdan davet ediyolar manyaklar =)
Her neyse, ne dicektim. Gitmeden bana hediye olarak termos verdiler - üzerinde kilisenin adı yazıyo: Shepherd of the Hills. Biraz önce çay yaptım kendime, ona koydum - aklıma gelmişken ve hazır çayım da sıcakken (!) bunları yazdım.

27 Aralık 2008

"Ben gerçek aşkı arayan biriyim.
Basit, yalın, birbirimiz olmadan yaşamayız türünden gerçek aşkı."

"I realized that I had just entered to a very interesting chapter of my life."

"Tell me something Rufus.
"Like what?"
"Tell me something that you shouldn't."

"You art matters Peyton. It's what got me here."

26 Aralık 2008

H.

Is there so much hate for the ones we love?

Her sevgi içinde nefreti barındırır mı ki? Çok sevdiğiniz bir arkadaşınızın size söylediği bir sözle ya da gözünüze batacak en ufak bir hareketinde, veya şöyle diyelim, sizi kırdığı o küçük zaman aralığında, ona olan derin dostluğunuz yüzünden içinizden bir parça kopmaz mı? "Nasıl yapar bunu?" diyerek bir anda o nefreti açığa çıkarmaz mı? En yakın arkadaşların, kavga ettikten sonra birbirlerinin en büyük düşmanı olduğu milyonlaca sahneyi hatırlayın.
Sevgiliniz mesela. Birlikteyken her şeyinizdir. Ayrıyken, yüzünü görmek istemediğiniz yegane kişi.

Placebo'yu seviyorum bi de evet. Alın size recommendation: Running Up That Hill.
Dinleyin, loopa alın, bir daha dinleyin.

Tell me, we both matter, Don't we?

21 Aralık 2008

Peki o zaman. Öyle olsun.


"Kendine iyi bak" bir veda değil, elveda cümlesidir çoğu zaman... O üç kelimeden çok daha fazlasını gizler içinde.
Kendine iyi bak,
Çünkü bundan sonra ben yanında olmayacağım, olamayacağım... İstesem de, istemesem de. Sevdim bir zamanlar seni, hala seviyorum ve benden sonra da mutlu olmanı istiyorum. Olur da bir gün dönersem seni iyi bulmak istiyorum.
Kendine iyi bak,
Çünkü bundan sonra kendinden başkası olmayacak yanında sana bakacak, ben olmayacağım. "Kendine iyi bak" ve beni düşünme. Çünkü ben de seni düşünmeyeceğim artık. arama sakın beni, yazma. Çünkü ben yazmayacağım.. Sil beni yüreğinden, çünkü ben sileceğim. Fakat yaşanılan, paylaşılan güzel şeyler hatrına sana yürekten mutluluklar diliyorum... Ve ben bir daha dönmemek üzere gidiyorum.
Kendine iyi bak,
Aramızda geçen her şeye rağmen benden sonra iyi olduğunu bilmeyi tercih ederim. Aslında bilmem çok önemli değil, iyi olduğunu varsayacağım ben. Seni bir daha asla görmemek üzere gidiyorum ben, seni kendinle başbaşa, yapayalnız bırakıyorum... Biliyorum; kendini bırakacaksın benden sonra, o yüzden iyi bak diyorum. Aslına bakarsan, çok da fazla umursamıyorum...
"Kendine iyi bak" derler ve giderler. Tutkuyla sevenler, bazen birden fazla söylerler bunu. Çünkü onları ayırmak, eti tırnaktan ayırmak gibidir. Kolay kolay kopamaz onlar, süreç çok acı vericidir, yürek parçalayıcıdır. Her seferinde azalan umutlarla geri döner ve yine "kendine iyi bak" gözleriyle ayrılırlar. Ta ki umut da, sevgi de tükeninceye kadar... Ta ki son elveda mezar sessizliğine bürününceye kadar...
Tutkunun ötesinde sevenler, bir kez "kendine iyi bak" derler ve giderler. Onlar eti tırnaktan ayırmak yerine ölümü yeğlerler. Onlar bu acıyı bir kezden fazla kaldıramayacaklarını bilirler.

"Kendine iyi bak" derler ve giderler. "Bu sözlerin içinde ihanet yok, hiç bir zaman olamaz" derler ve giderler.
En büyük ihanet değil midir aslında seni seveni, ihtiyacı olanı yüzüstü bırakıp gitmek?
"Kendine iyi bak" derler ve giderler. Seni suskunluğa mahkum edip giderler. Seni parçalara ayırıp, en büyük parçayı yanlarına alıp giderler. Seni senden alıp giderler.
Daha kötüsü, suçlayamazsın onları tüm bunlar için. "Kendine iyi bak" deyip gidenin geçerli bir nedeni vardır elbet, suçlatmaz kendini. Savaşmadıkları için kızarsın ama suçlayamazsın. Savaşmışlarsa, yenildikleri için kızarsın, yine suçlayamazsın. Yenildiğin için kızarsın, yine suçlayamazsın... Ayrılığın kaçınılmazlığına inandırır seni. "Kendine iyi bak" derler ve giderler. Elinden umutlarını, düşlerini, sevgilerini alıp giderler. Bir tek anıları bırakırlar geride, bir de hatırladıkça gözyaşlarına boğulasın diye unutulmayan nağmeler.
Arkalarına bakmadan çekip giderler eğer yalnız kalmışsan, çünkü insafsızlıklarını görmek istemezler. Her şey o saniye orada bitsin, kapansın bu sayfa isterler. Bitti diyemedikleri için "kendine iyi bak" derler. "Kırıldım ve affedemiyorum" diyemedikleri için "Kendine iyi bak" derler. "Seni istemiyorum artık, hayatımdan çıkaracağım ama bil ki hiç unutmayacağım." diyemedikleri için "Kendine iyi bak" derler. "Biliyorum çok kanayacaksın ama daha iyisini yapamıyorum." diyemedikleri için "Kendine iyi bak" derler. Vicdanlarını rahatlatmak için "Kendine iyi bak" derler, çünkü o kan uzun süre akacaktır ve o yara asla kapanmayacaktır, bilirler.

"Kendine iyi bak" bir noktadır çoğu zaman. "Kendine iyi bak" deme bana, sadece kötülükler noktalansın isterim ben. Oysa sen iyisin... Sen gözümdeki ışık, dudağımdaki tebessüm, sen içimdeki sevinçssin. Sen hayatıma renk katan, sen yüreğimdeki çarpıntı, sen hayatımdaki neşesin. Sen yolumu aydınlatan, sen dert ortağım, sen gönül yoldaşım, sen bir tanesin. "Kendine iyi bak" deme bana... Nokta koyma.
Keşke böyle yaşanmasaydı bazı şeyler... Keşke affedebilsen beni, keşke ben de affedebilsem. Keşke döndürebilsek zamanı geriye. keşke bugünkü aklımızla yaşasak her şeyi baştan. Nafile.

Ama yine de, gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı?Sen eksikken ben nasıl tam olurum? Senden kalan boşluğu kimlerle doldururum? Savaşsak aramıza giren şeytanla? Olmaz mı? Hani büyük aşklar her türlü engeli aşardı, hani gerçek dostluklar her sınavı geçerdi, hani sevgi eninde sonunda kazanırdı? Hani hayatta hiç kirlenmeyecek değerler vardı? Hani en büyük zaferler, en kanlı savaşların ardından kazanılırdı? Bunların hepsi yalan mı? Sahiden... gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı?..

Peki o zaman,
Senin istediğin gibi olsun...
Öyleyse...
Sen de...
Kendine iyi bak!


Bu yazıyı keşke ben yazabilseydim. Keşke bu satırları yazabilecek kadar duygu yoğunluğuna sahip olabilseydim. Ama yine de, her birimiz en az bir kişiye "Kendine iyi bak" demedik mi hayatımız boyunca? Peki o zaman, bizim istediğimiz gibi olsun.

Portishead albüm eleştirisi gibi bir şey (Aslen Türkçe projesiydi kendisi)

Öyle bir grup düşünün ki, 11 senedir müzik dünyasının belki de en “can alıcı” müziklerini yapsın; insanlar şarkılarını dinlerken kendi içlerine kapanıp, en derinlerde kendi huzurlarını bulmaya çalışırken bir taraftan da grubun solistinin o buğulu sesine kapılıp gitsin. Öyle bir grup düşünün ki, her ruh halinde, her zaman ve her yerde dinlenebilir olsun; yaptıkları müzik bağımlılık yaratsın, peşlerinden milyonları sürüklemelerine rağmen yıllar boyunca mütevazılıklarını korusun. Öyle bir grup düşünün ki, dinlerken sizi yerden yere vursa dahi, en depresif hallerinizi resmetse dahi bıkmadan usanmadan, defalarca ve hatta üstüste dinlenebilecek kalitede parçalara sahip olsun. Öyle bir grup düşünün ki, hayatınızın o bitmek bilmeyen telaşından ve koşturmacasından koparıp başka alemlere götürsün sizi, kimi zaman saydamlaştığınızı sandığınız anda aslında yüzünüze yapışıp kalan o maskenin altındaki gerçek hüzünlerinizi işlesin, hiç acımadan hem de.


İngiliz trip hop grubu olan Portishead, geçtiğimiz aylarda son stüdyo albümleri “Third”ü yayınlayarak hayranlarını bir kez daha üzdü. Burada “üzdü” kelimesini bilhassa kullanmak istiyorum. Zira, Portishead deyince insanların aklına karanlık, kasvetli bir hava gelir çoğu zaman. Yaptıkları müzik çoğu insana hitap etmez bile. Ortalığa kasvet çökmüşcesine, elinde sigarasıyla bir kadın, olabildiğince buğulu ve içten sesiyle söyler şarkılarını. Dinleyicilerinin kalplerine dokunur, herkes bir parçasını bulur o sözlerde ve tınılarda. “Evet, işte ben de aynen böyle hissediyordum.” dedirtir çoğu zaman.


1994’te çıkardığı ilk albümü Dummy ile 90lı yıllara damgasını vuran grup, çok geçmeden diğer benzerlerinden (Jay Jay Johanson, Perry Blaike, Tindersticks, Jack gibi..) rahatça sıyrıldı. Bu albümde yer alan şarkıların etkisi ise hiç dinmek bilmedi. Öyle ki, içlerinden biri, Sour Times, 2000’li yılların en büyük internet fenomeni olan EkşiSözlük’ün internet sitesine de adını verdi. (http://sozluk.sourtimes.org/)


Çoğu eleştirmenin bu albümü “klostrofobik bir başyapıt” olarak nitelendirmesi, şarkılardaki hiç bitmeyen hüzünden kaynaklanıyordur belki. Ya da grubun solisti Beth Gibbons’ın hiç bitmesini istemediğiniz kadar dokunaklı söylemesindendir şarkıları. Bu albümde bende en çok etki bırakan, hatta “Hayatım bir film olsa, fonda hani müziği çalardın?” sorusuna vereceğim tek cevap olan şarkı: Roads. Alternatif olarak ise; Glory Box, Wandering Stars ve Numb’ı dinlemenizi öneririm.


Ünlü düşünür Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin çoğu insan tarafından bilinen bir sözü vardır, bilmem hatırlar mısınız? “Beni öldürmeyen şey, güçlendirir.” Portishead üyelerinin, grup adlarıyla aynı adı taşıyan ikinci albümü, hayranlarına için işte tam da bu duyguyu yaşattı. İlk albümden sağ çıkanlar mutlaka daha güçlü bir şekilde ikinci albümü rahatlıkla dinlediler ve üzüntülerini biraz da olsa hafiflettiler.

İkinci albümden sonra bir daha albüm yapıp yapmayacakları merak konusuyken, Beth Gibbons ve tayfası birdenbire kavşağa üçüncü albümlerini dikiverdiler: Third.

11 yıllık aradan sonra bildiğimiz Portishead’in aslında , tıpkı bizim gibi, ayrıldığı noktada takılıp kalmadığını gördük. Müzik piyasasının çirkin yüzü, onların az da olsa görünen kısımlarının kirlenmesine yol açmış. Acı çekmekten aldığımız o haz duygusunun ise onlar var olduğu sürece değişmeyeceğini bir kez daha anlattılar bize. “The Rip”, “Silence” ve “Hunter” parçalarıyla rüzgar bu sefer fırtınaya dönmüş, daha kuvvetli esiyor üstümüze.

Son albümlerini biraz daha yakından incelemek gerekirse, ilk iki albümle kıyaslandığında biraz daha sönük kaldığını söylemek durumundayım. Beth Gibbons’ın tanıdık sesi ve grubun özü her şekilde kendisini belli etse de, bazı şeylerin zamanla değişmek zorunda olması gerçeğini kabul etmek gerekiyor maalesef. “Only You”, “Roads”, “Dummy”, “Glory Box” gibi artık birer klasik haline gelmiş parçalarından sonra beklentiyi yüksek tutarsanız, hayal kırıklığına uğrama ihtimaliniz az da olsa var. Ama yine de, dediğim gibi, yenilik ve değişim kimilerine göre güzeldir. “Trip hop’ın içine azıcık da olsa rock koysak acaba nasıl olurdu?” sorusunun cevabını bu albümde bulacağınıza inanıyorum.

Trip hop müziğinin günümüzdeki popüler temsilcileri Massive Attack ( Bu grubun “Teardrop” parçasını dinlerken kulağınıza tanıdık bir ses gelince şaşırmayın, çünkü vokal kısmı sevgili Beth’e ait), Goldfrapp, Hooverphonic, Lamb gibi isimler olsa da; bu müzik türünün efsanevi ismi olarak Portishead sayılıyor. Her ne kadar trip hop’ın popüler kültüre çok da fazla bir etkisi olmasa da (İyiki de yok ve umarım popüler kültürün de ilerde herhangi bir etkisi olmaz), Portishead gibi yaratıcı ve cüretkar gruplar sayesinde her geçen gün daha çok tanınıyor, daha geniş kitlelere hitap edip daha fazla insanda etki bırakıyor.

Yine de sonuç olarak, bildiğimiz ve aşina olduğumuz bir ses, son albümlerinin 11 şarkısında da ruhumuzu okşuyor her zamanki gibi. Karamsarlığa kapılıp, “Bu şarkılar beni depresyona sürükler.” deyip kendinizi bu inanılmaz topluluktan mahrum bırakmayın. Beth ablamızın da dediği gibi;

Fırtına,

Sabah ışığında,

Hissediyorum.

Başka bir şey söyleyebilir miyim?

Kendi kendime donuyorum.

Kimse göremiyor mu?

Savaşımız var.

Hiç yolumuzu bulamadık.

Bütün söylenenlere rağmen.

Bu andan sonra,

Her şey nasıl bu kadar yanlış gelebilir?


12 Aralık 2008

Portakal

Yeni klavye aldım kendime bugün. Uzattım kablomu rahat rahat yazıyorum bunları. Efenim, daha önce de bahsettiğim gibi, höpür höpür (İnanın şu "p" harfini yazarken içimi resmen bir huzur kapladı - çünkü basmayan harflerden bi tanesiydi kendisi; ctrl+v yapa yapa bi hal olmuştum onun yüzünden. Neyse, ne diyodum?)
Portakal suyu içiyordum evet. Sakar bir kişiliğim. Annemin her akşam "enerji versin" diye yaptığı koca bir bardak (evet bira bardağı) dolusu portakal suyunu, güzide okulumun verdiği laptopa bir güzel, boylamasına dökme gafletinde bulundum. Eee, doğal olarak bilgisayar önce bi napacağını şaşırdı (Gerçi benim teknolojik aletlerim çoğu şeye alışkındır - indigo olmam vesilesiyle. İlla açıklamam gerekmiyor sevgili okuyucu gidiniz bakınız: İndigo nedir, ne değildir?)
Şimdi burada, "Peki canımın içi, neden gidip tamire vermedin bilgisayarını, ya da ne bileyim, git bi klavye al hemen, zorun mu vardı?" gibi bir soru sorulmasını bekliyorum. İşte cevap geliyor canlarım:
1. Fena halde üşengecim.
2. Laptop tamiri için Helpdeske gitmem gerekiyor bizim okulun. Duyumlarıma göre, iki haftadan önce geri vermiyorlarmış. Evet, bilgisayarımdan o kadar uzakta kalmak yemedi.
3. Bayram daha yeni bitti bilmem farkında mısınız? Sizce ben, evde misafir ağırlamaktan, şeker ikramından, "Aman da amaan pek zeki kızımız tü tü matematik de okurmuş, ee sen şimdi özel ders mi vercen ilerde?" gibi söylemlerden kurtulabildim mi?
Yok yok. Bu bayram ve klavye bozulması ikilemi bana yaramadı.
Ben gidip bi portakal sıkayım kendime. Gece gece iyi gelir, enerji verir.

11 Aralık 2008

Remind Me


İyi ol, fakat çok değil.
Birazcık huysuz ol.
İçinden geliyorsa dua et.
Eğer sana rahatlık veriyorsa, arada bir küfür de et.
Etrafındakilere karşı mümkün olduğu kadar dostça davran, müşfik ol.
Eğer bir gün kötü davranmanı gerektirecek bir durum karşısında kalırsan, bağır, kır, dök ve unut.
Her zaman gülümse, dudaklarından tebessüm eksik olmasın, hatta bu bazen acıtsa bile. Unutma, gülümsemene kimin ne zaman ve nerede aşık olacağını bilemezsin;)
Her zaman ve her yerde eline geçen bütün mutluluğu yakala, en ufak parçasının bile kaçmasına izin verme.
Yaşa, her şeyden önce yaşa ve sırf bu dünyaya tesadüfen gelmiş olduğun için laf olsun diye günlerini geçirme.
Eğer bir aşkı tanıyacak kadar talihli isen; bütün kalbin, ruhun ve bedeninle sev.
Hayatını o şekilde yaşa ki, her an kendi kendinin elini sıkabilesin ve her gün faydalı olan hiç olmazsa ufak bir şey yap ki, geceleri yaklaşır yaklaşmaz, örtünü üzerine çekip kendi kendine "Ben elimden ne geldi ise yaptım." diyebilesin.
Unutma..İstersen yaparsın.



Lise yıllarıydı bu yazıyı okuduğumda. Kendimden birşeyler bulmuş olmalıyım ki, o zamandan beri odamdaki panomda asılı duruyor, odaya her girişimde selamlıyor beni.
Ben de tüm benliğimle ve isteğimle orda yazanları yapmak istiyorum - ve sanırım yapıyorum da. Ne mutlu bana:)

Gülümse. Sırf hayata gıcıklık olsun diye bazen. Kahkahalarla gül. O an için kan ağlasa dahi. Ama eninde sonunda, o topladığın küçücük mutluluklar, seni aydınlığa ulaştıracak.
Kötülüğü kendine bahane edip karanlıkta kalmaktansa, silkelenip kendim olmayı tercih ettim ben uzun zaman önce. Gecenin içindeki o küçük yıldızın parlamasını gördüm. Yine ben, alıştığım ve olduğum gibi.

Ne demiştik? İstersen yaparsın.

24 Kasım 2008

Modern zamanlarda aşk dibdidirırum...


"Herkesin yaşamlarını yapayalnız, kendi kabuğuna çekilmiş ve kendi yağında kavrularak sürdürdüğü bu çağda, bir insan başka bir insanın yaşamına girmeyi nasıl başarır? İçimizde bir yerlerde tek istediğimiz sevmek ve sevilmek olduğuna kendimizi inandırabiliyoruz ama iş bu konuda gerçekten bir şeyler yapmaya gelince etrafımızı çeviren kocaman güvensizlik duvarını yıkmakta isteksiz davranıyoruz.
Hadi kabullenelim, söz konusu ilişkiler olduğunda, bir avuç dolusu tembel, memnuniyetsiz idealistten başka bir şey değiliz. Karşılanması zor beklentilerimizi yerine getirebilecek o özel insanı bulsak bile, çok geçmeden, ilişkiyi yürütebilmek için günden güne verdiğimiz ödünlerin altında kalıyoruz. Çantada keklikmiş gibi davranıyoruz. Her nasılda, günümüzde modern yaşamın getirdiği, bize zaman ve enerji kazandıran kolaylıkların, kişisel yaşamlarımıza da uygulanabileceği yanılgısına düşmüşüz. Seçme özgürlüğümüzü son derece katı bir kararlılıkla savunuyoruz, ama zihnimizin arka odalarında bir yerlerde, şunu hissediyoruz ki, sıradaki ihtimallerden birini seçmeseydik, mutluluğu yakalama ola sılığımızın çok daha yüksek olacağını hissediyoruz, hatta bundan eminiz." Çok garıp degıl mı, rastgele okudugum bır kıtaptakı bu yazı ılgınc bır sekılde etkıledı benı. Neyse ben bı hava alıp geleyım en ıyısı klavyem de bozuldu zaten yazamıyorum dogru duzgun cok sınır bozucu bı durum sız sız olun bılgısayar basında hopur hopur portakal suyu ıcerken daha dıkkatlı olun. Hmpf ..

21 Kasım 2008

I wish..

Uzun zamandan beri ilk kez bu kadar heyecanla ve şevkle dinliyorum o şarkıları.. Hatta öyle bi değişiklik yaşıyorum ki şu anda hayatımda; değişik tadlar, değişik sesler, değişik insanlar, değişik melodiler, değişik müzikler keşfediyorum ve bu beni inanılmaz mutlu ediyor.
O eski şarkıları dinlerken ise, yüzümde belli belirsiz bi gülümseme oluyo ister istemez. Biraz buruk gülüş, bir zamanlar onları dinlerken hissetiklerim geliyo aklıma; bir taraftan da sevinç ve umut, ne kadar şanslıyım, en azından bunları hissettim diyorum, insanı insan yapan da bunlar değil mi zaten?..
İnsanlar gelir, insanlar gider. Kimse kalıcı değil. Zaman akar, kalpler ve hissedilenler değişir. Keşke'nin yerini iyikiler alır. Keşke hiç acı çekmeseydim, keşke hiç ağlamasaydım, keşke hiç düşünmeseydim o gittikten sonra onu demekten ziyade; iyiki girmiş hayatıma, iyiki bu acıyı bana çektirmiş, o yüzden şimdi böylesine mutluyum ya da iyiki ağlamışım ki, gülen yüzümün ve kahkahalarımın önemini daha iyi kavrayabiliyorum şimdi demek, daha doğrusu, diyebilme olgunluğuna erişebilmek..
Geçen gün bir arkadaşımla filmler hakkında konuşuyoduk. Konumuz, bizde en çok etki bırakan filmlerdi. İkimizde bir film hakkında hem fikirdik: The Butterfly Effect, yani Türkçe olarak Kelebek Etkisi..
Filmin konusundan kısaca bahsetmem gerekirse, çocuk günlüğüne yazdığı yazılar sayesinde zamanda değişiklikler yapıp, yaşamını değişik şekillerde yaşayabiliyo. Bu ona zaman çok pahalıya patlıyo, hiç ummadığı bir hayata devam ederken buluyo kendini, bazen de o çok sevdiği kızla beraber mutlu oluyo. Ama filmden arkadaşımla beraber çıkardığımız ortak bi sonuç var..
Bir insanı her ne kadar hayatınızda isteseniz dahi, eğer hayat sizi biraraya getirmiyosa ve her seferinde bir terslik çıkıyosa, çekip gitmek ve birbirinizi kendi halinize bırakmak en iyisidir..
Filmle ilgili ufak bi bilgi daha vermek istiyorum. Filmin sonunda çocuk ve kız hayata ayrı yollardan devam ediyolar, her ne kadar yolları bir yerlerde kesişse de.. Ama ikisi de, birbirleriyle devam ettikleri takdirde mutsuz olacakları ve elbet bir gün birşeylerin ters gideceğinin farkında..
Bu film zamanında beni çok etkilemişti ama o konuşmamızdan sonra filmi daha da iyi analiz etme olanağı buldum ve kendi hayatım için ders çıkardım o filmden..
Çekip gitmek..
Benim yaptığım da buydu..
Hiç sorgusuz sualsiz, üzerinde fazla düşünmeden bırakmak. Her ne kadar daha sonraları daha da kendime daha da acı çektirip, hayatı kendime zindan etsem de.. Kendimi tanıyamaz hale geldikten sonra silkelenmek ve artık yeter diye isyan etmek..
Ve işte ben, olduğum gibi, alıştığım gibi..
Tekrardan, yine ve yeniden..
Sadece dön arkanı ve çekip git, ardına bile bakmadan terk et onu.
Böyle çok daha mutlu ve huzurlusun, farkına var artık bunun.
Ne kadar iyilik versen de, ne kadar bir ucundan tutmaya çabalasan da, hiçbir şey istediğin gibi, arzu ettiğin gibi olmayacak, olmadı da, gördün. İyilik sonunda, evet başardım işte dediğinde ise,
senin zararına oldu bu..
O yüzden, sadece rahat ol ve iplerini gevşet, üzerine fazla düşünme, böyle olması gerekiyodu ve de böyle oldu..
Artık çok mutluyum...


>>Eskilerden bir yazı:)

L.


Listen.
There are times when life calls out for a change. A transition. Like the seasons. Our spring was wonderful, but summer is over now and we missed out on autumn. And now all of a sudden, it's cold, so cold that everything is freezing over. Our love fell asleep, and the snow took it by surprise. But if you fall asleep in the snow, you don't feel death coming. Take care.

17 Kasım 2008

The heart is a bloom, shoots up through stony ground
But there's no room, no space to rent in this town
You're out of luck and the reason that you had to care,
The traffic is stuck and you're not moving anywhere.
You thought you’d found a friend to take you out of this place
Someone you could lend a hand in return for grace

It's a beautiful day, the sky falls and you feel like it's a beautiful day.
It’s a beautiful day, don’t let it get away.

You’re on the road but you’ve got no destination, You’re in the mud, in the maze of her imagination
You love this town even if it doesn’t ring true, You’ve been all over and it’s been all over you

Touch me, take me to that other place
Teach me, I know I’m not a hopeless case.


What you don’t have you don’t need it now
What you don’t know you can feel it somehow

It’s a beautiful day, don’t let it get away.

Get to Work!


Havalar mı soğudu ne?
Uzun zamandır evimde üşüdüğümü hatırlamıyorum - özellikle de inanılmaz derecede sıcak geçen bir yaz ve ılık sonbahardan sonra kışın içleri ürperten soğuğuyla karşılaşınca ister istemez garipsedim bu aralar. Derslerden bahsetmek istemesem de hayatımın büyük bir kısmını kaplıyorlar bu sıra maalesef. "Çok zor ya, çok yoğunum - hangi birine çalışsam şaşırıyorum" muhabbetlerinden gına geldi artık. Evet, zor. Farkındayım. Ama bu sözü binlerce defa söylemek bu durumu kolaylaştırmayacak. Bu bölümü seçip de bu okula gelmiş bir insan bütün bunların farkında olması gerekir zaten baştan. Şikayet etmek için harcadığın enerjinin onda birini sorunu çözmeye harcarsan, işlerin ne kadar düzeldiğini görürsün. Sonuçta hepimiz sınırlı zaman ve enerjiye sahibiz. Sızlanarak geçirdiğimiz her saniye, bizi hedeflerimizden o kadar uzaklaştırır ve sonunda bizi mutsuz eder. Ben biliyordum. Evet, gayet de bilincindeydim başıma geleceklerin. Ama bir konuda kendime güvendim:
Çalışmak. Hem de çok çalışmak.
Ortaokuldan beri, hatta bütün dürüstlüğümle söylüyorum, ilkokuldan beri düzenli çalışan biri olarak üniversite hayatında sabahlara kadar uykusuz kalıp çalışmanın beni zorlamayacağı kanaatindeydim. Bilmiyorum. Belki de aynı zamanda öğretmen hem de asker çocuğu olmanın getirdiği sonuçlardan birisiydi bu baştan beri. Hep uslu olmak. Hem önde ve hep başarılı olmak. Öğretmenlerinin hep gözbebeği olmak ve buna zamanla alışmak. Ortaokulda inek damgası yese dahi çalışmaktan uslanmamak. Lisede her ne kadar kabuğunu kırmaya çalışsa da ÖSS denilen bir saçmalık yüzünden ordan oraya sürüklenerek kendi bulmaya çabalamak ve bu hayalleri üniversite dönemine ertelemek durumunda kalmak sürekli.
Ve şimdi. Her şey çok daha farklı. Çok daha az çalışarak zamanı çok daha verimli değerlendirmenin nasıl bir şey olduğunu bu yıllarda farkediyorum.
Yapmakta geç kaldığım pek çok şeyi tecrübe ederek hayatıma her gün yeni renkler katıyorum.
Şikayet etmeden. Ya da şöyle diyelim - çünkü ben de olup olmadık yerlerde sızlananlardanım ve bunu en aza indirmeye çalışıyorum:)
Az şikayet, çok emek, çok çalışma..
=)
I'm just a painful reminder, and you're a fool to satisfy.

12 Kasım 2008

Without love, without truth
There can be no turning back

Without faith, without hope
There can be no peace of mind

As the night went on, I started to find my way
I learned about a tragedy
A mystery still today.



İlkler güzeldir.


İlk yazım. Bu blog benim günlüğüm gibi olucak. İçimden geçen her şeyi, hem kendi sanal olmayan (!) günlüğüme hem de buraya dökmeye çalışacağım.
O zaman, Viva la Vida!
Blog sitemde yazmanın özgürlüğü ve güzelliği adına! =)